3 Kasım 2009 Salı

heves

öncelikle caps lock'um sorunlu olduğu için sizlerden özür dileyerek başlıyorum, tüm yazı küçük harflerle devam edecektir ama bu durum en az sizi rahatsız ettiği kadar edecektir.

daha önce hislere dayalı çok fazla şey yazmayacağımı belirtmiştim, araya çoook uzun aralar da koydum yazılarımda. ama bu muhtemelen son yazım olacak bu bloga. sebebim de müziğe dair olan inancımın yavaş yavaş erimesi.

neden mi niye mi? evet, müzisyen sıfatını hak edecek kadar iyi değilim. ya da bunları okuyup sanki bu herif çok bir bok da böyle şeyler söylüyor da diyebilirsiniz, ama açıkçası bunlar hiç umurumda olmayacak. sebeplerime gelecek olursam;

çok bunaldım. ankara'dayım. insanların ne sadece eskilere takılıp o zamanların ekmeğini yemeye çalışmasını , ne de sadece eskileri yoksayıp sadece en yeni şeyleri dinleyip farklılık yaratmak için kasanları takdir etmişimdir. müzik eskisi ile yenisiyle, sertiyle yumuşağıyla, aşkıyla nefretiyle bir bütün gözümde. bu konular üzerine biraz fazla da obsesif olduğumu yakın çevremdeki insanlar da bilir. ben yaşadığım şehirde ya da ülkede, insanların sadece mainstream olarak nitelendirilen ve yeniliğe tamamen kapalı müzikleri de barındıran bir kümenin içinde kaldığını, ve o insanların bu durumdan çok memnun olduğunu hatta bundan prim yaptıklarını görmek, benim sinirlerimi harap etmekte. ben 2009 yılında hayatını venom dinlemeye harcamış insanların olduğu mekanlara çıkıp konser vermeyi istemiyorum, hatta başka grupların da bunu istememesini istiyorum. onlara kalmış bir şey olabilir, ama hayır çıkmamalılar. eski kafa bodos thrash'çilerin bu prim yapmaya kastıkları materyalin artık unutulması gerekiyor. o zamanlar da güzeldi, ama şu an yeni şeyler yapmak için kendini parçalayan büyük bir güruh var. çevremde cynic konserine gidip 'bu mu şimdi progresif' diyen, ya da clean vokalli metal parçası dinleyip 'çok gay' diye yorum yapan adamlar istemiyorum. ya da solosuz metal olmaz diyen sığ adamları da istemiyorum, bunları da istememenizi istiyorum.

daha neler istemiyorum biliyor musunuz? yerli bir grubun hastası olup onların parçaları sahnede çalarken, o çakma hayranların parçaya yabancı kalışlarını görmeyi ve bunun üzerine onların bu konuda sadece yalan söylediklerini de fark etmek istemiyorum. yapmadığı bir şey üzerinden prim yapan insanları takıntılı olduğum ve aşık olduğum bir şeyin içinde yapıyor olmaları benim çok sinirime dokunuyor. eski dünyaca ünlü grupların klonu olarak 'türkiyeyi salladıklarını' iddaa eden insanların da gereksiz binlerce insan tarafından takdir edilmesini de istemiyorum. kıskanç diyebilirsiniz ama o gruplarda olup öyle bir takdiri görmeyi hiç istemiyorum, hatta iyi ki öyle oluşumlarda arkadaşlarım yok diyebilirim.

insanların bi grup çıkınca 'aa acaba ne coverlayacaklar' dedikleri bir müzik piyasası da istemiyorum. ya da bizim arkların konseir var onları görüp sonrakileri izlemeyip çıkıcam diyen insanların da olduğu bir piyasa da istemiyorum. müziğin genel kuralları hakkında bir boktan haberi olmayan adamların 2 konser verdikten sonra ankara veya istanbul sokaklarında dünyayı yaratmış gibi olmalarını da istemiyorum. ortaya ne koyduğundan haberi olmayan zavallılar.

çok şey var. gerçekten çok şey var. taklit etmeyi seviyoruz yaratmayı sevmiyoruz. çok iyi dream theater çalan gitaristleri seviyoruz, dream theater kalitesinde beste yapan adamlarla alakamız yok, öyle insanlarla karşılaşmak gibi bir niyetimiz bile yok ki. zavallı perspektifleri olan 'loser' bireyler üreten iğrenç bir yerdeyiz.

bunu okuyup müzikte ilerlemeyi düşünen insanlar varsa 1 yerin 10 kere düşünmeliler derim.

sahnede koşmak sahneyi doldurmak değildir
cover solosunu aynı atmak iyi müzisyenlik değildir
iyi twin atmak iyi davulculuk değildir
forumlarda böbürlenmek iyi grup olmak demek de değildir
başka gruba özenmek de sizi o özendiğiniz gruba yaklaştırmaz bile.

28 Temmuz 2009 Salı

Neler Oldu?

Baya bir zaman geçti, baya da bir şey oldu metal müzikle alakalı olarak. Başbakan bile bu işin içine girdi ise metal müziğin daha çoook parlak bir geleceği olduğu kesin. Tayyip aleyhtarlığı yapmakla popülizmden uzak kalmayı tercih ederek diyeceklerime devam ediyorum...

Unirock Fest deneyimi ile mükemmel olmasa da kıyasla iyi bir 3 gün yaşattı bizlere, Let's Open Air ise amatör ve öngörüsüz tavrı nedeni ile organizasyonu iptal etmek zorunda kaldı, Rock'N Coke'ta efsane isimler yer aldı ancak hayat pahalılığı nedeni ile görülemedi, birkaç saat önce Testament muhtemelen aynı playlist ile Türkiye'de aynı konseri verdi, bir Nevermore'un gelmesi daha çok etki ve para yaratacakken hala Testament'ın niye getirildiği de gerçekten bir soru işareti. Cynic ve Dream Theater gibi devrim yaratmış iki isim bir arada geldiler ve eminim muhteşem bir atmosfer yarattılar. Bu gibi bir sürü şey oldu ve olmaya da devam edecek gibi gözüküyor. Eskişehir'de, Ankara'da da festival adımları atılıyor gözlemlerime göre bunlar daha da güzel hareketler.

Hala eksik olan bir şeylerin varlığını hissedebiliyor musunuz? Evet ise okumaya devam edin bakalım gerçekten aynı mı çok merak etmekteyim. Bence var. Deli gibi akan terler var müzik için. Kimileri organizasyon düzenliyor, kimisi de müziğin kendisini üretiyor, ama hala asıl amaç müziğin kendisi olamadı. Hala ne çoğu grup müziği kendini dışavurum biçimi olarak görmüyor, ne de çoğu organizatör, yaptığı işi müzik ile dinleyiciyi bir araya getirmek olarak görüyor. Bundan sebep festivaller iptal oluyor ya da gruplar kendilerini olduklarından daha iyi gösteriyor ya da ne yazık ki sönüyor...

Manzara cidden kötü, nicelik olarak çok şey var ama nitelik bazında ise aynı yükseklikle karşı karşıya değiliz. Artık zaman biraz daha seçici davranmanın zamanı gibi geliyor bana. Sırf türk grup diye birilerinin desteklenmesi gerektiği vakitler geride kaldı, kalmalı. Dinleyiciler müziği müzik için yapan insanlara destek çıkmalı ki, buradan dışarı çıkmayı hak edenler çıksın ve ileride bunu hak edecek olanlara da bir kapı açabilsin.

Ama insanlar ne yazık ki, arkadaşının grubunun konserine gidip, 2 bira içip, nasıl olduklarına bakmadan 'çok iyiydiniz abi' demeye devam edecek.

Sonra bekle de Nevermore gelsin...

10 Mayıs 2009 Pazar

PART I - Başlamak

 Bu yazımda müzikalite veya müziğin kendisi hakkında değil de yapım sürecine başlamak isteyen arkadaşlar için bir kaç deneyimimi paylaşacağım bir şeyler yazmak istiyorum. Herkesin hayalini kurduğu şeyleri deneyim etmemiş olsam da en azından bir görüş daha kazandırabilirsem okuyuculara ne mutlu bana...

 Öncelikle bu konudaki yazılarımı PART I-II-III diye devam ettireceğim. Ama eski yazdıklarımın da devamı aynı şekilde devam edecek. Küçük dipnottan sonra başlıyorum.

 Elektro gitarı ilk edindiğimizde yanında bir de muhtemelen bir prosesör veya bir amfi de edinmiş oluyoruz. Ben her ne kadar yıllarca amfisiz veya herhangi bir çıkış olmaksızın kuru kuru gitar çalışmış olsam da, genel durum böyledir. Aklımıza gelen ilk şey albümlerden dinlediğimiz tonların aynısını gitarımızdan ve ekipmanımızdan çıkartmaya çalışmaktır. Ancak kulağın seçiciliği denen konseptin daha hiç oturmamış arkadaşlar ki bunu herkes yaşıyor, bu durumda uzun süreçli bir afallama yaşıyor. Gitarımızın yanında bir adet Digitech RP50 alınmış oluyor. Metal müziğe baş koymuş insanlar benim de yapmış olduğum gibi, gain olayını kökledikçe daha metal ve daha uygun bir sound yakaladığı hissini kapılır çünkü sert ve fazlası ile 'distort' olmuş bir sestir. Ama bu büyük bir yanlıştır. Bunun sebeplerinden biri, sevdiğimiz bir parçayı eşlik etmeksizin çalmaya çalıştığımızda albümden dinlediğimiz halin saf bi şekilde bize geldiğini inandırmak için basları da midleri de tizleri de gereğinden fazla açarız. Kayıtlarda 2 ve daha fazla gitarın yanında bir bas gitar ve bas sesi güçlendiren davulun cross'ları mevcuttur. Ve bu kayıtlarda tek gitarın sahip olduğu gain seviyesi ancak bir şeyleri kaydetmeye girişildiğinde aslında düşük şeyler olduğu anlaşılan değişkenlerdir. Daha açık olmak gerekirse, ilk zamanlardaki tonu 'güzel' ton olarak belirlemiş bir kişi, bunu referans alarak kayıtta daha 'kötü', yani daha kuru, sustain yoksunu, ve çiğ bir ton yakalamak durumundadır. Bu çiğ ton ile bir şeyleri kaydetmeye çalıştığımızda da, o evde kendimize çektiğimiz tonla çaldığımızda örtbas ettiğimiz hataların delilercesine gözümüze çarptığını görünce büyük bir hayal kırıklığı da kaçınılmaz olmaktadır. Denecek şey şudur ki eğer yeni başlanmışsa bu işe, gitara ton çekme konusunda biraz idealist olunmalı, ve hataları ortaya çıkaracak, ne fazla ne de eksik drive'lı tonları kullanmaktan uzak duralım. Mesela metal parçaların kaydında kullanılan tonların aslında yalnız başlarına iken ne kadar zayıf kaldıklarına görmek için Soilwork - Sworn to Great Divide parçasını gözlemlemenizi tavsiye etmekteyim.

 Ton işi halloldu ve ilk sahne deneyimlerinden biri yaşanacak. Heyecan dorukta, ve muhtemelen 2 gitaristin olduğu bir grupta çalmaktasınız. Kendinizi duymak uğruna daha monitörler bile ayarlı değilken, tonunuzu o şekilde en fazla kendinizi duyacak şekilde ayarlamanız asrın hatası olabilecek niteliktedir. Monitör denen olay, seslerin dışarıya dengeli bir şekilde gitmesi için ayarlanmasından sonra, sahnede kendinizi ve grup arkadaşlarınızı duyarak çalabilmeniz için gerekli olan referans kaynaklarıdır. Kendi sesinizi köklemenin hiçbir faydası olmayacağı gibi fazlası ile zararı olacak, monitörden gelen sinyalle birlikte feedback yapacak ve hiçbir şey duymadan korkunç bir sahne deneyimi yaşayacaksınız. Ego veya bilinçsizliği bir kenara bırakmak açısından, bahsettiğim değişkenleri göz önüne almak hayati bir önem taşımaktadır. Burada monitörler, dışa giden genel sesi ayarlayan tonmeister ile iyi iletişim kurabilmenin öneminden bahsetmek gereksiz, çünkü o iyi olmazsa hiçbir şeyin iyi gitmesi için bir sebep yok.

 Bir dahaki yazımda pedallar, efektler ve işlevlerini kendi çapımda yaşadığım deneyimlerimle açıklamaya çalışacak, ve sizi bu konu hakkında bir kaç görüş sahip yapmayı planlamaktayım. Bilinçli ve 1 kere düşünülen şeyi 10 kere düşünecek kadar idealist davranacak müzisyenleri çevremde görmek dileğiyle hepinize iyi geceler.

Porcupine Tree - Hatesong

Dinleyiniz.

6 Nisan 2009 Pazartesi

Extremity

 Yine ne yazık ki uzun bir aradan sonra, ihmalkarlığımı geride bırakarak sizinleyim, huzurluyum.

 Başlamadan önce yazdıklarıma güzel eleştirilerle veya görüşlerini belirterek yorumda bulunanlara teşekkür ediyorum, onları okumak beni cidden mutlu etti. Yenilikçilik hareketinin metal müzikte bıraktığı izler hakkında başkalarının da objektif bir bakış açısına sahip olduğunu görmek umut verici...

 Başlığımın adını 'Extremity' koydum evet. Niye denecek olursa, müzikteki uç noktalara ulaşma olayını, yani fonetik olarak hoşuma giden bir sıfatla belirtmek gerekirse, extreme müzik ve metal müziğin extremeleştiği noktalar üzerinde çok düşünüyor, dinliyor ve gözlemlemeye çalışıyorum elimden geldiğince ve imkanlar elverdiğince.

 Evet nedir extreme müzik? Aslında extreme müzik denince genelde hız, tuşe, vokal gibi olayların maksimum hızlarda olduğu metal müzik boyutu olarak akla geliyor. Doğru ama eksik bir tanım olmakla beraber extreme müzik maksimize edilmişliğin yanında minimal bakış açılarını da kapsıyor diye düşünüyorum. Mesela 'extreme' metal olarak tanımlayabileceğim bir Origin, Suffocation, Dissection var elimde ama bir yandan, yine örnek vermem gerekirse Opeth, Nevermore veya bir Dream Theater da extreme sıfatının hakkını vermek konusunda pek sıkıntı çekmeyen gruplar arasında. 

 Extreme olan şeylerin bu gruplarda neler olduğu gayet merak edilebilir şeyler. Bazıları 'metal zaten extreme bir müzik, hatta bunu en başında sen de söylemiştin' diyebilir, haklı da olarak. Ancak extreme'lik ortak paydada bulunan bazı öğelerin, kompozisyon bilgisinin yardımı ile en iyi şekilde ortaya çıkarılmasıdır. Mesela Opeth - Ghost of Perdition parçasında, metronom açısından gayet sıradan bir hız ve armonik düzen ile parçada, bir bridge'deki double cross sound'unun en iyi şekilde çıkması için yapılmışçasına yazılmış arpejler görülüyor. Bir parça içinde olması şart olmayan bu uç noktada bulunma durumu Nevermore - Dead Heart in a Dead World albümünde de gözüme çarptı. İlk şarkıdan itibaren gerçekten hızlı ve şiirsel müziklerinin en büyük icraatlarını ortaya koyan grubun gitar tonları, sertlik açısından orta düzeyde gitmekte ancak tabi parçaya katılan diğer elementlerle sertlik konusunda çoğu death metal grubundan daha iyi iş çıkarmışlar. Ancak parçalar ilerliyor ve daha da gaz parçalar olmaya başlıyor derken, akustik gitarlı bir intro'ya sahip olan Insignificant parçası çıkıyor karşımıza. Balladları hatırlatan bir yapıya sahip olan parça, son zamanlardaki en sert gitar tonuna sahip olmakla birlikte, albümde sivrilmekle kalmıyor ve o tonla duygusal parçanın sahip olması gereken elementlere dair tüm klişeleri yıkıyor. Bu durum da bize tanımların ve müziğin kendisinin aslında sınırları olmayan şeyler olduğunu gösteriyor. 

 Evet extreme müzik benim bakış açımdan böyle bir konsept. Sanatın içinde bulundurmazsa olmazı olan uç noktaların sadece maksimize edilmekle değil, sadece işlenmiş yerin daha iyi bir şekilde ortaya çıkarılması olabileceğini görüyoruz. En azından görüyorum.

 Bu farkı açıklamak için iki güzel parçayı sizlere tavsiye etmekten ve 4 Temmuz Dream Theater - Cynic konserlerinin de haberini vermekten büyük mutluluk duyar, hepinize bol ve kaliteli müzikli günler diliyorum.

Origin - The Aftermath
Nevermore - Dreaming Neon Black

16 Ocak 2009 Cuma

Ne Çabuk Geçiyor Değil Mi?

2 hafalık tembellik arasından sonra yine elime klavyeyi aldım, ve evet yazıyorum.

Öncelikle geçenlerde haberini ettiğim 19 Ocak'ta çıkacak olan Kreator - Hordes of Chaos albümünü de pre-order ettim şükür, hani söylüyorum çünkü geçenlerde albümü dinleyip biraz bahsetmiştim sonra bana gelip de bu kadar iyi hoş ama adam gitmiş orjinal albüm almmıyor müziği desteklemek bunun neresinde tarzı eleştiriler gelirse diye yazıyorum. Yine de hatırlatmakta fayda albüm cidden yine bir Mille Petrozza klasiği olmuş. Karakterini oturtmuş olduğu thrash'i yine bir şekilde alıyoruz ama almak isteyene tabi, old school severlik adı altında yetersizlik sıfatından ekmek çıkaran arkadaşlarımıza da buradan selam olsun istiyorum.

Aslında bugün bununla ilgili yazayım istiyordum ama nasıl başlayacağımı bir türlü bilemedim, ama baktım Kreator gibi eski kafa thrashçilerin de veya birazdan dökeceğim fikirlerle paralellik gösteren insanların da çok sevdiği gruptan bahsedince giriş yapabildim. Sevindim tabii ki bu duruma.

Çevremdeki insanlarla müzik veya daha dar bi başlık olarak belirtmek gerekirse beğendiğimiz veya sadece eskiden beğendikleri gruplar üzerine konuşurken, 'davayı satma' veya 'çok değişmiş' olmalarına dair diyaloglar çok geçiyor. Örnek vermek gerekirse, Clayman dönemi In Flames ile şimdiki halleri veya Metallica, Soilwork, Crytopsy gibi gruplardan bahsederken bu tartışmalar alevlenebiliyor. In Flames sever insanların yeni albüm gay metal demeleri durumu açıkçası benim hoşuma gitmiyor. Bunu aslında iki başlık olarak inceleyebilirim.

Birincil olarak, In Flames şimdi çapayı tamamen Amerika'ya atmış durumda. Buradan şimdi Amerika'lıların sevdiği müziği yaparak para kazanmak istiyorlar gibi bir söylemle gelmemi beklemeyin benim demek istediğim durum biraz daha farklı. Müzik, yapıldığı yerin, yapan kişiyi epey etkilediği ve bu etkileşim müziği yapan kişinin epey deneyimli olması durumunda (bkz. In Flames) bir gelişim olarak kabul edilebilecek bir durum. Amerika gibi bir ortamda dönen, dinlenilen ve icra edilen gruplara genel anlamda bakıldığında bir Core'luk veya sound çılgınlığı yoğunluğu yüksek olan gruplar görülebiliyor. Diğer bir taraftan ise Amerika'da teknik ve üst düzey progresif hatta avantgarde olan müziklerin de çok revaçta olduğunu gözlemliyorum. In Flames gibi bir grup da benim gözümde bu iki durumu da çok iyi harmanlamış durumdadır. In Live We Trust performansında My Sweet Shadow parçasındaki gitar tonlarına bakıyoruz, Clayman veya Colony'den çok çok daha sert ve çok daha fazla 'eski kafa death metal' soundu var. Altyapı olarak kullanılan müziklerden bahsederken insanların Clayman'deki sample'ları nasıl duymadığna hayret ediyorum. Bilhassa Colony albümündekiler de... Davullar eski agresifliğinde değil diye karşı argümanlarla gelecek olan arkadaşlarıma da Scorn ve Gyroscope parçalarını dinlemelerini tavsiye ediyorum ki bu parçalar 'eski kafa death' albümlerde bulunan parçalar.

İkincil olarak, ayrımcılığı genel olarak bazı yoğunluk isteyen işlerde çok mantıklı bulan biri olarak, müziği icra eden veya etmiş insanların bu yenilikçilik veya değişim mevzusunu daha iyi anlayabileceklerini düşünüyorum. Şimdi ahım şahım da olmayan teknik jargonumu kullanmadan açıklamak gerekirse, eskiden saf thrash ve death müzik yapmış olan Kreator'u ele almak istiyorum. İlk albümleri olan Endless Pain ve Pleasure to Kill albümlerindeki soundlar ve tonlar yani kısaca elde olan imkanlarla olan müziğe bakıyoruz ki insanlar cidden inanılmaz ekmekli işler çıkarmışlar. Zamanla elde ettikleri birkaç müzikte devrim sayılabilecek imkan gelişmelerini de sonraki albümlerinde kullanmışlar ve sound old school thrashçi kot montlu abilerimizi kzıdıracak kıvama gelmiş ve günümüze uygun ve çok daha zengin bir sound ile karşımıza çıkmışlar. Bu beğenilmeyebilir ama bu insanlara bok atılması saçma bir durumdur. Ama neden? Kendinizi bir Mille Petrozza yerine koyun. 8 tane old school soundlu sayılabilecek albüm yapmışsınız ve hepsi kendi çağlarında masterpiece sıfatını hak edecek albümler. Elinize sound açısından yeni şeyler imkanı geçmişse ve kendinizi müzikal olarak daha da tatmin etmek ve vizyonunuzu geliştirmek istiyorsanız, size kim dur diyebilir? Bu biraz geyik avlamak için yıllardır küçük bi çakı kullandıktan sonra okun gelmesi ile beraber sizin ok kullanmanıza bok atacak insanlar varlığına benzer bilmem ne dersiniz?

En son Anders Friden'in bir diyaloğunu koyarak yazımı noktalamak istiyorum.

Muhabir - Artık niye melodik death albümü yapmıyorsunuz?
Anders Fride - Melodik Death nedir ki sizce?
M - Mesela Clayman, o kesinlikle bir melodik death şaheserididir.
A - Demek ki bir şaheser yaratmışız bir tane daha yapmaya gerek yok.

Metale daha farklı perspektiflerle bakabilmeniz dileğiyle herkese iyi finaller. Orkun Develi'ye ve Talya Kanmaz'a da selamlarımı sunarım.

1 Ocak 2009 Perşembe

Death - 2

Araya biraz zaman soktuğum için en baştan özür diliyorum.

İlahım olarak gördüğüm, her dinleyişte veya çalma teşebbüsünde farklı şeyler hissettiren, kalitesi ve içtenliği evrensel olarak kabul görmesi gereken grup Death'ten bahsediyoruk.

Bahsedeceğim ikinci şarkı ise çaldığım grubun isminin ilham kaynağı olan albüm Sound of Perseverance'ın ilk şarkısı olan Scavenger of Human Sorrow. Aslında genelde yapmaktan kaçındığım bir olay olan şarkı sözlerini koyup her satırla ilgili methiyeler dizme olayının biraz daha düzenlisini burada yapmak niyetindeyim çünkü bu şarkının sözleri de yine müziği kadar yorucu ve etkileyici. Sözlerden önce müzikal bir bakışı buraya dökecek olursam, Death'in herhalde en karmaşık parçası bu. Ama o kadar kulağa hitab ediyor ki 15 dakikalık gitar solosu dinlediğinizdeki can sıkıntısının aksine şeyler hissediyorsunuz.

What pain will it take
to satisfy your sick appetite
go in for the kill
always in sight-prey
the time always right-feast
feed on the pain-taste
sorrow made flesh-sweet
live how you want
just don't feed on me
if you doubt what i say
i will make you believe
shallow are words from those who starve
for a dream not their own to slash and scar

Big words, small mind
behind the pain you will find
a scavenger of human sorrow
scavenger
abstract theory the weapon of choice
used by scavenger of human sorrow
scavenger


So you have traveled far across the sea
to spread yor written brand of misery


Aslında, What pain will it take to satisfy your sick apetite goin for the kill sözü bile ne kadar ağdalı bir şekilde sözler üzerinde uğraşıldığının bir göstergesi. Müziğin içerisindeki dengesiz ve fazlası ile agresif hava daha bu ilk sözlerle tamamlanmış. Live how you want ile başlayan dörtlüğün de bu atmosferin gittikçe agresifleşmesine bir sebep. Vokaldeki agresifliğin, Chuck'ın gırtlak yapısı veya iyi vokal oluşuna değil iyi söz yazarlığına bağlamak için iyi bir sebep bu eser. Kim böyle şeyler hissedip bu kadar güzel bir dille döktükten sonra bunu resmen haykırırmışçasına söylemez ki?

Sözlerden de azcık bahsetmiş olduktan sonra, müzikalite açısından biraz bahsetmemde yarar var. Death burada arada sırada kullandığı arabik gamları bu sefer nereye oturtacağına %100 anlamış durumda. Bu demek değil ki daha önce kullandığından kötü idi... Oluyordu ama demek ki daha iyisi de olabiliyormuş, hatta en iyi diyebiliriz. Ek olarak Richard Christy ise albümün ilk parçasından davulcunun değişmiş olduğunu bas bas bağırarak göstermiş, benim gözümdeki hala en iyi metal davulcusudur kendileri, her ne kadar çok çok başarılı daha bir sürü davulcu var olmasına rağmen. Albümde olması gerekn tek bir şey hissediyorum o da bas gitarda Steve DiGiorgio'nun olması. Onun Fragile Art of Existence'taki numaralarını bu albüme yapmış olduğunu düşünüyorum da, içimin yağları bi kat daha eriyor.

Bugünlük biraz kısa yazmış olmamdan dolayı affınıza sığınıyor, iyi bir 2009 geçirmenizi diliyor ve bugünlük size bir şarkı önermek istiyorum.

Psycroptic - Cruelly Incarnate

22 Aralık 2008 Pazartesi

Death

Of işte yazmayı en büyük heyecanla beklediğim grup. Metal müziğin 'extreme' olan şeylerin sentezi olduğunu keşfetmemi sağlayan milat. Evet bu gruptan bahsederken objektif albüm yorumu gibi yapmayacağım şimdiden anlaşılıyor.

Chuck Schuldiner isimli beybabamızın, kafasında binbir türlü şey dönüyor ve nasıl dışa döksem diye kara kara düşünüyor. Sonuç olarak da Death isimli grubu kuruyor. İsminin sebebi olarak da kardeşini erken yaşta kaybetmesi olduğuna dair dedikodular dönmesine rağmen, doğru ya da yanlış gayet minimalist ama muazzam bir isim koymuş denebilir, bunu tartışmam bile. Her neyse, ben hangi şarkıyı dinlediğimde neleri hissettiğimi anlatmak istiyorum bugün aslında. Belki Death'i sadece bir efsane olarak bilip üzerine çok da eğilmemiş insanlara bir faydam olur diye düşünüyorum. Bugün bir tane şarkıdan bahsedeceğim ve bu bir dizi gibi ilerleyecek şimdiden söyleyeyim.

Cosmic Sea



Human albümünde bulunan enstrümantal bir şarkı. Death müziğinin aslında her öğesini barındıran 'korkunç' bir çalışma. Saykodeliklik var, gaz var, hüzün var, atmosfer var, yani insanın tüylerini ürpertmeye aday olan her türlü hissiyatın en extreme noktalara ulaştığı bir başyapıt olarak görüyorum. Arkadan bas gitarın inanılmaz dolduruşları, bir yandan 'biliyor musunuz ben bunu besteledikten 5 yıl sonra ölüyorum' diyen bir adamın sesi geliyormuşçasına bir sound... Korkunç gerçekten. Enstrümantal parçaların solo delisi olmasının şart olmadığını da gösteren ilginç bir eser. İnsan çok sinirli olduğu anlarda, bu parçayı biraz belleğine sokabilmişse ağlamaması için hiç bir sebep göremiyorum. 1:05 te melodinin netleştiği dilimde ışıkları kapatıp havaya doğru bakmanızı, mümkünse kafanızın da iyi olması gerektiğini ekleyerek sizi 'yuh' demeye çağırıyorum, şarkı bitene kadar da gözlerinizi açmayın.

Çok fazla şey diyemiyorum, mevzu bahis Death oldu mu olay dinleyiciye düşüyor.

Belinize kuvvet!